Bir Kamelya Sohbeti
Blok apartmanlar, yüksek binalarla şehir insanının ufku engellenmiştir. Şehircilik anlayışındaki sakatlığa sebep ufku engelli insanlarımız adeta labirentler arasında hayat yükünü sürükler durur. Rantperestlik yaşanan mekânlarda da ağırlığını hissettirir. Ankara’da beşinci adres değişikliğim. Ancak bu son adresin farklı olduğunu söylemeliyim.
Oturduğum apartman ve çevre düzenlemesi
mesleğine saygısı olan yetenekli bir mühendisin hassasiyetini yansıtıyor.. Özellikle
apartmanın arka bahçesi, birkaç cümleyle de olsa, tasviri hak ediyor. Bahçeye
dikilen ağaçlar, kamelya, havuz ve ışıklandırma tertibatıyla sağlanan renk
cümbüşü, mekânı ferah kılan özelliklere sahip. Çay taşı ve fosil taşlarla
şekillendirilen iki havuzu birbirine bağlayan yılankavi uzunca bent, afrolardan
havuza akan suyun sesine, başka bir enstrüman olarak şırıltıyla eşlik ediyor. Mühendisimiz;
havuzları biri birine bağlayan bentle, memleketindeki bahar aylarında her yıl
yeniden canlanan “Kuruçayı” mı resmetti dediğim olmuştur. Acaba memleketinin
çayını payitahta taşıma işlemini şahsi görüp, buna sebep mi, bütçesinden bahçe
düzenlemesi için harcama yapmıştı, bunu da sormak lazım?
Laf buraya kadar gelmişken, değerli
komşum Aydın Beyi anlatmaya devam etmem gerekir. Aydın Bey, yurt dışında
yabancı firmaların yönetim kademelerinde görev yapmış biridir. Tavsiyelerini
içtenlikle yapar: ”Hocam derine dalmamak, bazı şeyleri olduğu gibi kabul etmek gerekir.
Sonra motor yatak sarar, bobin kısa devre yapar ve kafadan dumanlar çıkar.
Sıkıntı büyür. Gerçek efendi hazretleri de, bunu aynen böyle ifade eder.” der.
“Gerçek efendi” tabiri aslında bir “intisabın” değil tevazuun ifadesidir. Zira
tarikat mensubu olmadığı kesin. Bazen; “Bir sosyal demokrat olarak benim de bir
tarikat kurmam gerekir” diyen; pırlanta yürekli, sempatik (bu tabiri Erzincanlı
olması hasebiyle gönül rahatlığıyla kullanıyorum) komşumuzun çay davetini de
alırız. “Hocam, semaveri ve gözlemeleri aldım iki tekaüt komşumuza, komutana ve
profesöre de haber verdim Bardakçı Baba Dergâhı’na iniyorum…”
Dergâh; apartmanın arka bahçesinde
dağ yemişi, ateş topu ve ıhlamur ağacı arasındaki kamelyadır. Sohbet meclisi
kurulur. Apartmanın güvenlik amirinden de bahsetmezsem olmaz. Bu, apartmanı
sahiplenen, apartman sakinlerinin de onu benimsediği, sokaktan alarak önemli
görev tevdi ettiği Karabaş’tır. Sanki “dalmaçyalı” kırması gibi bir şey.
Karabaş kamelya etrafında pürdikkat nöbet görevini ifa ederken, sohbet gece
yarılarına kadar uzadığı olur. Profesörümüzün “Lafı uzatmayım…” diye başlayan
cümlelerine, komşumuz: “Hocam, burası Bardakçı Baba Dergâhı burada zihinler
üzerine faşizan baskı olmaz. Lütfen uzun konuş, sabaha kadar vaktimiz var…”
demek suretiyle destek olurken, adeta tekmil verir gibi yanına gelen Karabaş’la
ilgilenir ve; “Hocam Karabaş’taki bu candan ilgiyi görüyorsunuz değil mi; bakın
çevremizden ayrılıyor mu? Apartmandaki küçük çocukları bakkala dahi götürüp
getiriyor. Karabaş sende nasıl bir yürek var?.. Bu yüzden sana Karabaş’ın
dışında bir şey söylemeye vicdanım elvermiyor.
Hocam biliyor musun, yurdumun vicdansız insanlarından birileri soruları
çalmış? Bir de o parayla villa almışlar? Nasıl oturacaklar, nasıl yaşayacaklar
o evlerde.” Anlaşılan komşum bu olaya çok kızmış. Bir sosyal demokrat olarak diye
başladığı cümlesinde bu sefillere itina ile bayramlıklarını giydiriyor.
“Hocam” hitabı Orta Doğu Teknik
Üniversitesi talebeleri arasında yaygın olarak kullanılır. Komşumun ODTÜ’lü
olmadığını biliyorum. Tahminim odur ki, bu hitabı; lise yıllarında mahalledeki
gençleri üniversiteye hazırlamak için bilaücret kurs veren ve daha sonra
hayatını da inandığı dava uğrunda kaybeden ODTÜ’lü komşu Kazım Sinan
ağabeyinden kapmıştır. Ve onun ruhunu şad eder gibi vurgulanır bu hitap.
Velhasıl komşum vefalı insandır. Konu tekrar Karabaş’a bağlanır ve: “Biliyor
musunuz hocam Karabaş’ı iki kez belediyenin sokak köpekleri toplama merkezinden
kurtardım. Baktım buralar ıssız. Tahmin ettiğim gibi belediyeciler almış
götürmüş. Tel örgülerinin arkasında Karabaş’ın beni görünce nasıl taşkınlık
yaptığını görmeliydiniz. Patilerini tel örgüleri tırmalayarak kan revan içinde
bırakmıştı. Kafesten dışarı alınınca da bana doğru koşması ve buluşmamız. Hiç
bir kameranın böyle bir kayıt yaptığına inanmıyorum… Hocam kim demiş “hasret”
insana özgü diye. Yaradan hakkaniyetinin gereği dağıtımı burada da yapmış.”
Komşumuzun söze biraz ara vermesi ve bakışlarının karanlıktaki bir noktada
sabitlenmesi üzerine, yoksa bu duygusal anı nemlenen gözlerle mi destekleyecek
demiştik ki: “Yok hocam biz Anadolu insanı gözyaşlarımızı içimize akıtır
ağladığımızı belli etmeyiz. Şimdilerde bir de ağlama modası çıktı. Hocam
biliyorsunuz; ‘En iğrenç yalan gözyaşı şeklinde ifade edilen yalandır.’
Kimsenin, bir damla dahi olsa vatan toprağını gözyaşıyla çoraklaştırmaya hakkı
yok”
Eyvallah, sağ olasın komşum…
“Hasret, kapı kapı aralayıp” geçse
de, “Gördüğümüz her güzel şey” bizi yaralayıp geçse de, sulu gözlülüğün âlemi
yok. Olmamalı da…
14.10.2010